top of page

Yaşamsal Zorunluluk Olarak Kürtaj



Beril ERBİL









Kürtaj 19.yüzyılın başından bu yana dünya çapında tartışmalı bir konu. Geçtiğimiz günlerde Arjantin’de kürtajın yasallaştığı haberleri gündemdeyken ülkemizde 1983’ten bu yana yasal olan kürtaj, yasallığına rağmen ulaşılması, erişilmesi zor, uygulamada oldukça sıkıntılı süreçler ortaya koyuyor. Anne ve fetüsü vicdanen karşı karşıya getiren söylemler, sağlık uygulamaları, aile planlamasına erişim zorluğu, doktorların aldığı, almalarının kendileri için daha iyi olacağını düşündükleri kararlar ve farklı uygulamalar kürtajı kadının yaşamsal döngülerinden ve yaşamsal gerekliliğinden uzaklaştırıp konunun uzun bir süredir biyopolitika kapsamında ele alındığını ortaya koyuyor.

Karabük Üniversitesi Siyaset ve Sosyal Bilimler kürsüsünde, doktor araştırma görevlisi olarak akademik çalışmalarını yürüten Sedef Erkmen’in kaleme aldığı ve İletişim Yayınları tarafından yayımlanan “Türkiye’de Kürtaj – AKP İktidarı ve Biyopolitika” adlı kitap kürtaj hakkında Türkiye’de yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri olarak gösteriliyor. Kitapta kürtaj politikalarına Geç Osmanlı döneminden günümüze kadar bakılıyor, AKP dönemi uygulamaları inceleniyor ve kürtajın feminizm içindeki söylemsel ve politik hatlarından bahsediliyor. Kürtajın bir gerçeklik olduğu hatırlatılırken yaşamı evetleyen feminist bir politika öneriliyor.


Kitap “Ölmek istemiyorum!” cümlesi ile başlıyor. Bu cümle Ağustos 2019’da kızının gözleri önünde eski eşi tarafından bıçaklanarak öldürülen Emine Bulut’a ait. Bu çarpıcı giriş kadınların kürtaj kararını verdikten sonra uygulamalara düzgün bir biçimde erişebilmesini ve uygulamalar esnasında ölmek istememelerini de içinde barındırıyor. Kadınlar ölmek istemiyor!


Kadına karşı şiddetin önlenmesinde devlet politikalarının yetersiz kaldığı, kadınların ev içi rollerini pekiştiren ve aile kurumunun devamlılığına ve aile içi şiddeti önlemeye yönelik adımlar atılmaksızın boşanma oranlarının azaltılmasına dönük politikaların benimsendiği günümüzde kürtaj, biyopolitikanın inşasında da önemli bir rol oynuyor.


Biyopolitika “iktidarın hayata nüfuz etmesi, onu denetlemesi, düzenlemesi ve yönetmesi, yaşamla kurduğu istikrarsız bağlantıyı ölüme atma pratikleri ile tamamlaması” olarak tanımlanıyor. Bu anlamda kürtaj politikalarını ele alan kitap bizi geçmiş yüzyıllar boyunca karşılaşılan çarpıcı dönüşümlerle de karşılaştırıyor.

Yaşam döngüseldir. Kadın bedeni de döngüleri yoğunlukla yaşar. Üreme, hamilelik ve çocuk düşürme de yaşamın kadın bedenindeki doğal döngüleridir. Kadının bu bedensel deneyimleri 19. yüzyıla kadar biyopolitika alanına girmemiş, özel hayatın konusu olarak görülmüştü.


Kitap bu vakte kadar dünyada olan durumu detaylı bir biçimde aktarıyor, hamilelik sürecinin ve çocuk doğurmanın her zaman bugünkü gibi çok hassas süreçler olarak algılanmadığı, kadının bedensel deneyimi ve yaşam döngüsünün doğal bir parçası olduğu üzerinde duruyor. Dolayısıyla kürtaja bakış 19.yüzyıla kadar fetüs algısından uzak, kötü kanın atılması gibi doğal karşılanırken hukukun ve tıbbi otorite savaşlarının etkisiyle bu bakış açısı değişiyor, değiştiriliyor.


Bu döneme kadar alt sınıftan siyahi kadınların daha çok müdahil olduğu ebelik ve doğum süreci, beyaz burjuva erkeklerin yani doktorların elinde tıbbi terimlerle anlatılan, uzak ve riskli bir durum haline geliyor. Sedef Erkmen bu savaşı cinsiyetçi olduğu kadar sınıfsal bir savaş olarak de niteliyor.


Böylelikle 19.yüzyıl itibariyle kürtaj dünyada kriminal bir hal alıyor, Osmanlı’da da devletin konusu haline geliyor. Bu yönlü politikaların ana amacı ise doğumu ve dolayısıyla nüfusu arttırmak olarak ortaya çıkıyor. Bu değişim nüfusu arttıracak ve azaltacak sebeplerin iktidarın alanına girmeye başladığını gösteriyor.


1859 yılında kürtajı kriminalleştiren ilk yasa ile başlayan süreç Erken Cumhuriyet döneminde de devam ediyor. 1938’de ırkın bütünlüğü ve sağlığını korumak başlığı altında incelenirken 1950’lerde “fetüs” kavramı ön plana çıkıyor, 1960’lara gelindiğinde durum biraz daha değişiyor.


1960’larda yürütülen politikalarla birlikte nüfus artıyor, bu artış kalkınmaya olumsuz etki yapmaya başlıyor. Dolayısıyla politikalar nüfusu azaltmak için yeniden düzenleniyor.

Sedef Erkmen; kadınların her durumda kürtaj olmaya devam ettiğini, yasak olmasına rağmen o dönemlerde devletin bunu kontrol altına alamadığını, aynı zamanda bu yasağın kadın bedeni üzerindeki olumsuz etkilerinin görülmesiyle birlikte 1983’te kürtajın yasallaşma sürecinin başladığını söylüyor. Bu tarihten itibaren Türkiye’de isteğe bağlı kürtaj yasal hale geliyor.


Günümüze gelindiğinde ise kürtajın yasal olduğunu ancak kadınların buna erişiminde ciddi sıkıntılar yaşadığını görüyoruz. Erkmen bu yasalın, fiili bir yasak haline geldiğini söyleyebileceğimizi belirtiyor. Kadınların devlet hastanelerinde kürtaj olmasının neredeyse imkânsız olduğunu verilerle açıklıyor. Bu durumda özel sektöre yönlendirilen kadınların yüksek maliyetlere katlanması gerektiğini, yoksul kadınların ise bu seçeneği uygulama olasılıklarının olmadığını anlatıyor. 2000’li yılların başında uygulamaya giren “Sağlıkta Dönüşüm” programının ise kürtaj üzerindeki olumsuz etkilerini ortaya koyan Erkmen, doktorların performans sistemine tabi tutulduğunu, kürtajın performans puanının çok düşük olduğunu, ayrıca kürtaj yapan doktorların mesleki sorumluluk sigortasından yararlanamadığını, dolayısıyla doktorların inançları sebebiyle bir ret haklarının olmadığını, ancak kürtaj yapmamayı seçmek için birçok neden bulabileceklerinin altını çiziyor.


Erkmen, kadının kürtajdan psikolojik yöntemlerle de vazgeçirilmeye çalışıldığını söylerken artık aile planlamasının da etkin yapılmadığını, doğum kontrolü için kullanılan spiralin aile hekimliklerinde genel olarak takılmadığını, donanımlı hekimlerin ve bütçelerin yetersizliğini de hatırlatıyor.


Kürtaj yasaklarının ve kürtaj söylemlerinin altında daha çok demografik, dini ve milliyetçi sebepler yatıyor. Türkiye’de 2000’li yıllarda bu söylemin gelişiminin ise şu şekilde evrildiğini gösteriyor Erkmen bize: 2008 yıllarında “üç çocuk” söylemi ile daha demografik ve kalkınma eksenli olan yaklaşım, 2012’den itibaren fetüsün yaşam hakkın üzerinden daha dini bir hal alıyor.

Sedef Erkmen’in kitap boyunca en çok üzerinde durduğu söylem, “Her kürtaj bir Uludere’dir” söylemi. Çünkü Erkmen bu söylemin Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yapısını özetler nitelikte olduğunu düşünüyor. Ayrıca sormamız gereken soruların, iktidarın hayattan yana ne anladığına dönük sorular olması gerektiğinin altını çiziyor. Savunulan bir yaşam hakkıysa en basitinden kadın cinayetlerine sessiz kalınmasını sorgulamak gerektiğini söylüyor.


Bugün gelinen noktada artık kadın deneyiminin yok sayıldığını, her şeyin fetüsün yaşamı için yapıldığını ve hamilelik, doğum ve kürtaj konularının sadece hukukun ve tıbbın dilinden konuşulduğunu görüyoruz. Sedef Erkmen geçmişi, mevcudu ve bu alandaki mücadelenin iyi, kötü ve eksik taraflarını da göz önünde bulundurarak asıl vurgulanması gereken noktanın “kürtajın nasıl, ne şartlarda ve neye dayanarak gerçekleşirse gerçekleşsin, yasal olsun olmasın, bir gerçeklik” olduğunun, bu gerçekliğin ve “kadınların bu zorunluluğa başvurmalarındaki koşulların da tanınmasının” gerekliliğinin altını çiziyor. Kürtajı “yaşamsal bir zorunluluk olarak” kavramamızın öneminden ve gerekliliğinden bahsediyor.


Sedef Erkmen yaşamı sadece canlı olmaktan ve canlı olarak var kalmaktan öte görerek kişinin kendi kaderine sahip çıkma, yaşama özgürlüğüne sahip olma olarak olabilen en geniş perspektiften görerek feminizmin ortaya bir hayat politikası koyması gerektiğini, yaşanabilir yaşam koşullarını üretmesi ve anlatması gerektiğini söyleyerek araştırmasını tamamlıyor.

Türkiye’de Kürtaj adlı çalışma, epey kapsamlı olmasıyla birlikte sürece büyük pencereden yeniden bakmamız adına oldukça iyi bir okuma deneyimi sunuyor bizlere.



TÜRKİYE'DE KÜRTAJ - AKP VE BİYOPOLİTİKA

Sedef Erkmen

İletişim Yayınları

2020

208 s.


Comments


bottom of page