Çeviri: Elif YURTSUZ
İnsanlık tarihindeki en büyük başarısızlıklardan biri kadınların makyaj yapmasını engellemeye yönelik yapılmış uzun süreli girişimlerdir. Roma İmparatorluğu’nun filozofları, modern kadının uçarılığını neredeyse bugünkü kınama ifadelerinin aynısı ile kınadılar. 15. yüzyılda kilise, nefret edilen kaş alma alışkanlığını kınadı. İngiliz Püritenleri, Bolşevikler ve Naziler, kozmetik ürünlerden vazgeçirmeye çalıştılar fakat başarılı olamadılar. Victoria İngiltere’sinde ruj o kadar utanç verici bir şey olarak kabul edildi ki, çoğu zaman başka bir isimle satıldı fakat hala kullanılmaya devam ediyordu.
DİLEDİĞİM GİBİ
Tribune, 28 Nisan 1944
1940 yılında, Londra’da büyük uçaksavar harbi ilk defa patlak verdiğinde, silahlar ateşlenirken, ben Piccadilly Sirki’ndeydim ve siper alabilmek için Café Royal’e kaçtım. İçerideki kalabalığın arasında 25 yaşlarında, yakışıklı ve yapılı bir genç, Peace News’in bir nüshası ile komşu masalardaki herkesin dikkatini çekmeye çalışarak neredeyse kendi başını belaya sokuyordu. Konuşmaya başladım ve konuşma şöyle gelişti:
Genç: Size söylüyorum, Noel’e kadar her şey bitecek. Belli ki bir barış olacak. Bu inancımı Sir Samuel Hoare’ye bağlıyorum. Beraber olmak aşağılayıcı bir şey kabul ediyorum fakat Hoare hala bizim tarafımızda. Hoare Madrid’de olduğu sürece, her zaman bir “satma” umudu vardır.
Orwell: İstilaya karşı yaptıkları tüm bu hazırlıklar ne olacak peki? Her yere inşa ettikleri koruganlar, LDV’ler (yerel savunma görevlileri) vb.?
Genç: Ah! Bu yalnızca Almanların buraya geldiğinde işçi sınıfını ezmeye hazırlanmaları demek oluyor. Öyle zannediyorum ki bazıları direnmeye çalışacak kadar aptal olabilir fakat Churchill ve aralarındaki Almanların onları çözüp yola getirmesi uzun sürmeyecek. Endişelenme, yakında bitecek.
Orwell: Gerçekten çocuklarınızın birer Nazi olarak büyüdüğünü mü görmek istiyorsunuz?
Genç: Saçmalık! Almanların ülkede faşizmi teşvik edeceğini düşünmüyorsunuz öyle değil mi? Kendilerine karşı savaş açacak savaşçı bir ırkı yetiştirmek istemeyeceklerdir. Tek amaçları bizi köle yapmak olacak. El atabileceklerini düşündükleri her pasifist hareketi teşvik edeceklerdir. Bu sebeple pasifistim. Benim gibi insanları cesaretlendirecekler.
Orwell: Ve benim gibileri de vuracaklar yani, öyle mi?
Genç: Bu çok kötü olur.
Orwell: Ama neden, neden hayatta kalmak için bu denli heveslisin?
Genç: Elbette, işime devam edebilmek için.
Sohbet sırasında gencin bir ressam olduğu ortaya çıkmıştı. İyi mi kötü mü bilemiyorum fakat her halükârda resme içtenlikle ilgi duyuyor ve uğruna yoksullukla yüzleşmeye oldukça hazır görünüyordu. Bir ressam olarak, muhtemelen Alman işgali altında bir gazeteciden veya yazardan biraz daha iyi bir konumda olurdu. Fakat yine de söylediği çok tehlikeli bir yanılgı içeriyordu ve bu, totalitarizmin fiilen yerleşmediği ülkelerde çok yaygındı. Bu yanılgı, diktatör bir hükumet yönetiminde içeride özgür olduğuna inanmaktı. Totaliterlik şimdilerde şu veya bu şekilde dünyanın her yerinde gözle görülür bir biçimde yükseldiğinden, pek çok insan bu düşünce ile kendini avutuyor. Sokaklarda megafonlar böğürüyor, çatılarda bayraklar dalgalanıyor, polis makinalı tüfeklerle bir o yana bir bu yana sinsice dolaşıyor. Lider, bir buçuk metre genişliğindeki her panodan dik dik size bakıyor; fakat rejimin gizli düşmanları tavan aralarında kendi düşüncelerini pekâlâ özgürce saklayabiliyormuş… Aşağı yukarı tüm düşünce bundan ibaret. Çoğu insan bunun Almanya ve dikta yönetimindeki diğer ülkelerde devam ettiği izleniminde.
Bu düşünce neden yanlış? Modern diktatörlüklerin, eski moda despotizmlerin yaratmış olduğu boşlukları terk etmediğini ve ayrıca totaliter eğitim yöntemleri sebebiyle entelektüel özgürlük arzusunun muhtemelen zayıfladığı gerçeğini es geçiyorum. Esasen, en büyük hata insanı özerk, bağımsız bir birey zannetmektir. Despot bir hükumet çatısı altında tadını çıkarabileceğiniz bu gizli özgürlük fikri saçmadır çünkü düşünceleriniz asla tamamen size ait değildir. Felsefeciler, yazarlar, sanatçılar ve hatta bilim insanları yalnızca cesaretlendirilmeye ve kitleye ihtiyaç duymazlar, aynı zamanda başkaları tarafından devamlı olarak teşvik edilmeye de ihtiyaç duyarlar. Konuşmadan düşünmek neredeyse imkânsızdır. Defoe gerçekten ıssız bir adada yaşasaydı Robinson Crusoe’yi asla yazamazdı ve yazmak da istemezdi. İfade özgürlüğü denen şeyi ortadan kaldırdığınızda yaratıcı yetenekler de yok olur ve gider. Benim bildiğim şu ki Almanlar gerçekten İngiltere’ye gitmiş olsaydı ve Gestapo, Café Royal’de karşılaştığım bu adamı rahat bırakmış olsaydı bile, ressamın bizzat kendisi yakın zamanda tüm resimlerinin kötüye evirildiğini görecekti. Avrupa’nın üzerindeki karanlık kaldırıldığında, bizi şaşırtacak şeylerden biri de inanıyorum ki, dikta yönetimi altında gizlice yazılan herhangi türde bir yazının -mesela günlük gibi şeylerin bile- ne kadar az değerli olduğunu görecek oluşumuz.
Doğu Londra Çocuk Mahkemesi başkanı Bay Basil Henriques, “Modern Kızlar” konusunda fikirlerini dile getirmeye devam etti. İngiliz erkeklerin harika olduğunu söylüyor fakat kızlarla ilgili farklı bir hikayesi var:
“Gerçekten kötü bir çocukla nadiren karşılaşılır. Savaş, kızları erkeklerden daha fazla etkilemiş gibi görünüyor… Artık çocuklar haftada yalnızca birkaç kez sinemaya gidiyorlar ve hayal ettikleri şeyin gerçekten Amerika’nın yüksek standartlı yaşamı olduğunu düşünüyorlar oysaki bu, ülke için çok ciddi bir iftira. Radyodan dinledikleri müzik denilen vahşi, cılız ve titreyen seslerin etkilerinden de kötü etkileniyorlar… Şimdilerde on dört yaşındaki kızlar, on sekiz-on dokuz yaşındakiler gibi giyinip konuşuyorlar ve yüzlerine de aynı haltları sürüyorlar.”
Acaba Bay Henriques (a) diğer savaştan çok önce çocuk suçlarını sinematografın kötü bir örneğine atfetmenin zaten sıradan olduğunu (b) “Modern Kızların” ise iki bin yıldır aynı olduğunu biliyor mu, merak ediyorum.
İnsanlık tarihindeki en büyük başarısızlıklardan biri kadınların makyaj yapmasını engellemeye yönelik yapılmış uzun süreli girişimlerdir. Roma İmparatorluğu’nun filozofları, modern kadının uçarılığını neredeyse bugünkü kınama ifadelerinin aynısı ile kınadılar. 15. yüzyılda kilise, nefret edilen kaş alma alışkanlığını kınadı. İngiliz Püritenleri, Bolşevikler ve Naziler, kozmetik ürünlerden vazgeçirmeye çalıştılar fakat başarılı olamadılar. Victoria İngiltere’sinde ruj o kadar utanç verici bir şey olarak kabul edildi ki, çoğu zaman başka bir isimle satıldı fakat hala kullanılmaya devam ediyordu.
Elizabeth Dönemi yakalarından Edward Dönemi alt kısmı dar eteklere kadar pek çok giysi stili, hiçbir etkisi olmaksızın kürsüden menedildi. 1920’lerde, eteklerin en kısa olduğu dönemlerde, Papa “uygunsuz” giyinen kadınların Katolik Kiliselerine kabul edilmemesine karar verdi; fakat bir şekilde kadın modası bundan hiç etkilenmedi. Son derece sade bir örnek olan Hitler’in üzerine yağmurluk giymiş “ideal kadını”, Almanya’nın her yerinde ve dünyanın geri kalanının birçoğunda sergilendi fakat yalnızca birkaç taklitçiye ilham verebildi. Bay Henriques’e rağmen İngiliz kızların “yüzlerine o haltları ve pislikleri “sürmeye devam edeceklerini tahmin ediyorum. Hapishanede bile kadın mahkûmların, postacı çantalarından çıkan boya ile dudaklarını kızıla boyadıkları söyleniyor.
Kadınların neden kozmetik ürünler kullandıkları apayrı bir soru ama cinsel çekiciliğin ana sebep olup olmadığı konusu biraz şüpheli. Tırnaklarınızı kırmızıya boyamanın iğrenç bir alışkanlık olmadığını düşünen bir erkekle tanışmak epey sıra dışıdır, fakat yüz binlerce kadın aynı şeyi yapmaya devam ediyor. Bu arada, rağmen Viktorya dönemi güzellerinin, kalıcı olmasına rağmen yüzlerine “emaye” yaptırdığı ya da Swift’in “Yatacak Güzel Bir Genç Peri Üzerine” adlı şiirinde anlattığı gibi “dolgunlaştırıcılar” aracılığıyla yanaklarınızın dış hatlarını değiştirmenin olağan olduğu günlerden bugünün çok daha az gösterişli olduğunu bilmesi Bay Henriques’i teselli edebilir.
Comments