Cécilia BOURGAULT-POUS
İnanın bana, bu parkın "Burası kargaların krallığıdır, yavru kediler ve insanlar, huzur içinde yatın." sözleriyle vaftiz edilmesi gerekirdi.
Çeviri: İpek ÖZGÜR
Sahile hiç de uzak olmayan Moda semtinde kiraladığım apartman dairesinin penceresinden, bu yorucu şehrin tozlu ve gürültülü sokakları arasında etrafı biraz olsun yeşillendiren, yarı terk edilmiş bir park gördüm. Orada kendisini duvar kenarında sağlama almış bir incir ağacını, semtin sayısız kedisine ev sahipliği yapan çimlerin savruluşunu ve son budanışından bu yana dallarını yiğitçe uzatmaya çalışan üç yaşlı ağacı görmek gerçekten de mutluluk vericiydi.
Hepimizi sıkıntıdan, umutsuzluktan ve çeşitli öfke nöbetlerinden ötürü yarı deli kıvama getiren bu karantina boyunca, ben de tıpkı herkes gibi penceremin önüne geçip, her türden canlının eşref saatinin geçmesini izlemekten daha iyi yapacak bir şey bulamıyordum.
Aslında orada, yorgun ve endişeli gözlerimin altında, normalde asla gözlemleyemeyeceğim günlük hayata dair sayısız sahne yaşanıyordu ve ben yoğun ve fiziksel bir aktivite yardımıyla mükemmel bir vakit öldürme fırsatına sahiptim: oturup pencereden bakmak.
Her şey yerinde ve zamanında yapılan bir budamayla başladı.
Küçük bir parktaki üç ağaç tehlikeli biçimde yükseliyordu ve etrafta metrekareye düşen konutların sayısı da hesaba katıldığında düzenli bir şekilde kuru dallarının kesilmesi hakkına sahip olduklarını düşünüyorum. Geçmişte de ağaçların kesilişini görmüştüm ve bu beni daima etkilemiştir. Erkek kardeşim bir bahçıvan ve daha önce onu, eserine son dokunuşlarını yaparcasına testeresiyle yükseklere tüneyerek ağaçların dik ve baş döndürücü hayatlarını yaşamalarına izin veren, onları rahatlatan, temizleyen, incelten ve birbirleriyle uyumlu hale getiren bir sanatçı gibi görmüştüm.
Bir sabah, şaşırmış gözler ve öfkelenmiş kulaklarla bir ağacın gereğine uygun şekilde budanışına tanıklık ettim.
Benim üçüncü kattaki penceremle aynı yüksekliğe erişen platforma tünemiş bir adam, cüssesiyle kıyaslandığında minyatür gibi görünen bir elektrikli testereyle, bahsettiğim bu üç mutsuz ağacı, gereksiz ve rahatsızlık verici olduğuna kanaat getirdiği dallarından kurtarıyordu. Böylelikle bahçıvanın müdahalelerinin ardından geriye sadece ağaçların çıplak gövdeleri kalmıştı.
Tertemiz, nihai ve etkiliydi. Askeri bir disiplinde ve bir o kadar da fantastik olduğunu söyleyebilirim.
Tam dallarından kurtulmuş çıplak gövdelerini martın son günlerinin gri ışığı altında sergileyen bu ağaçlara daldığım anda, bir süredir kulaklarımı tırmalayan yeni bir ayrıntının farkına vardım: kargalar.
Kargalarla ilgili bu acı verici konuya geçmeden önce (ki bunların karga olmadıklarına eminim, kesinlikle tamamen yabancısı olduğum bir tür), bu yaşlı küçük parkı ve ağaçları adeta sinema salonuna çeviren bir cinayet teşebbüsüne değinmek istiyorum.
Bu, "tırmık" operasyonundan sonraydı.
Gereksiz dalların tamamı bir önceki günden bu yana temizlenmiş ve pek çok erken işçi, alanı temizlemek ve çimlerle sokak kedilerine yer açmak için parka akın etmeye başlamıştı. Tıpkı gezegenin yarısının yaptığı gibi telekonferanstayken, bir anda art arda iki kez lastik patlamasına benzettiğim alışılmadık bir ses duydum. Sonrasında bu gürültülü şehir için normal olmayan bir sessizlik ve ardından gelen bir patlama. Aniden erkeklerin ve kadınların çığlıkları, açılan pencereler, yaramaz çocukların kopardığı yaygara... Sonunda parkı gören en sevdiğim pencereme yaklaşmaya karar verdim.
Orada eli sopalı bir grup adam, diğerleri tarafından yiğitçe engellendi ve ilk grubu sakinleştirmeye çalışan dar kot pantolon giymiş, başörtülü bir kadın (tezatı siz bulun), birkaç metre uzakta yere kapaklanmadan önce kolunu tuta tuta sendeleyerek parktan ve gruptan kendisini uzaklaştırmaya çalışan, bir yandan da parktan sokağa kadar uzanan yol boyunca akan kanını durduramayan yaralı bir adamın peşinden gidiyordu.
Mide bulandırıcı, şok edici ve gerçek dışı. Bunlar aklıma gelen ilk sözcüklerdi ve bunları “Acaba Marsilya’ya polis eskortu eşliğinde mi dönsem?” sorusu takip etti.
O andan itibaren her şey basitleşti, kendimi adeta bir polisiye dizisinin ortasında buldum: çeşitli departmanlardan polis memurları çınlayan sirenler eşliğinde olay yerine intikal etti, güvenlik kordonları oluşturuldu, park boyunca detaylı bir inceleme organize edildi, adamın yaralanmasının muhtemel nedeni olan silah arandı ve kendisinin bu hastalıklı saldırı nedeniyle daha fazla zarar görmesi engellendi.
Yıpranmış parkım bir anda, tam gözlerimin önünde gerçekleşen bir cinayet teşebbüsü mahaline dönüştü. Şahsen hiç tavsiye etmiyorum: eğer bu tarz bir sahneye şahit olmamak gibi bir şansınız varsa, fiziksel ve ruhsal sağlığınız açısından uzak durun. Bu kasvetli polisiye romanları aratmayacak sahnenin ardından neredeyse 8 gün boyunca ayak parmağımı bile dışarıya çıkarmaya cesaret edemedim. Hem polisiye romanların özellikle daha çok sevdiğim bir özelliği var: havadaki ve insanlardaki tüm o şiddet, gerilim, agresiflik, ve endişe... Bunlar gerçek hayatta sadece rahatsız edici ve travmatik şeyler. Oysa ellerimizin arasında tutabildiğimiz bir gerilim romanıyla, ayaklarımızı uzatıp, endişeden uzak, çığlıklar, sirenler ve kanlı görüntülerle rahatsız edilmeden keyif sürebiliriz.
Dolayısıyla bu, İstanbul’u ziyaret etmek isteyecekler için kaçınılması gereken bir tecrübeydi!
Ama gelin biz kuşlarımıza dönelim.
İstanbul ile ilk tanıştığım seyahatim sırasında -an itibarıyla üzerinden neredeyse 1 sene geçti- beni özellikle şaşırtan bir şey oldu: martılar, kargalar ve bu iki canlı türünün, çıkardıkları akıl almaz sesin farkında bile olmadan kendi aralarında sürdürdükleri rahatsız edici gürültü karmaşası. Göklerin ve şehrin sokaklarının bu iki sakininin nahoş çığlıklarının arasında, küçük kuşların kulağa zar zor gelen güzel ötüşleri haricinde hiçbir şey duyulmuyor.
Sizi temin ederim ki, daha önce Marsilya'daki martılar ile Fransa'nın çeşitli yerlerindeki kargaları görmüş ve işitmiştim. Ancak şu çok açık ki buradakiler, onların evinde olduğunuzu net bir şekilde anlamanızı sağlıyorlar.
İlk olarak, martılar sokaklarda sakin sakin yürüyor.
Böyle bir şeyin yaşandığı nerede görülmüş ki!?
Yollarına çıkan kedi, köpek ve insanlara anlamlı bakışlar atarak öylece dikiliyor ve olanaksız açılardan camlara, balkonlara ve teraslara uzanıyorlar.
Size güvercinlerden bahsedeyim mi? Sadece bir cümle: burada tüyleri hafifçe renkli ve pembeleşmiş, neşeli bir ritimle "kou-rou-kou-kou" diye mırıldanarak kedimi tamamen delirten oldukça güzel bir tür var. Cümlenin sonu.
O zaman kargalara geçelim. Siz hiç daha önce boş bir sokakta bir kediyle kavgaya tutuşan bir karga (ilgilenenler için, rengi gri ve siyahtı) gördünüz mü? Olayın ardında yatan gerekçeyi, yani kedi tamamen mamasına odaklanmışken karganın söz konusu mamaya kişisel amaçları için göz koymasını da es geçmeyelim. Burada karga, kediyle kıyaslandığında deyimi yerindeyse "mekânın sahibi" konumunda ve bu kedi, mamaya erişebilme mücadelesi verenlerin en sonuncusuydu.
Kuşun yere yakın uçuşu beni ciddi şekilde endişelendirmeye başlamıştı ve tam o anda, onun korkudan adeta felç olmuş ve şaşkın bir kedi yavrusunun üzerine ölümcül gaga darbeleriyle saldırışını gördüm. Çünkü bu yalnız kedi, ağzına kadar mamayla dolu bir kâsenin tam önünde duruyordu, yeniden... Başka bir gün, parka göz gezdirirken küçük bir kedinin ölüsünü gördüm: onun cansız bedenine yaptığı birkaç kibirli gaga darbesinin ardından kuş, ortada hiçbir somut gerekçe yokken, çalıların arasına uzanmış, henüz hayatta olan ancak zayıf ve savunmasız, yardım için çaresiz bir şekilde miyavlayan bir başka kedi yavrusuna yönelmeyi tercih etti. İnanın bana, bu parkın "Burası kargaların krallığıdır, yavru kediler ve insanlar, huzur içinde yatın." sözleriyle vaftiz edilmesi gerekirdi.
Son olarak, kargaların biri cansız, diğeri güç bela hayatta olan yavru kedilere saldırısının ertesi günü güzel ve mutlu edici bir sürprizle karşılaştım. Bir kadın, bu miniklere ve aç annelerine bir barınak yaparak onlara su ve mama verdi. Ancak bu durum kuşların, kedi ailesinin üzerinde daireler çizerek onları terörize etmesini engellemedi. Neyse ki şans eseri baba kedi de mamaların yakınındaydı ve çığlıkları da en az davranışları kadar rahatsız edici olan bu saygı yoksunu kanatlıları ailesinden uzakta tutmayı başardı.
Şimdiye kadar kargaların kötülüğünden kurtulmayı başaran üç küçük tüy yumağını taşıyan anne kediyi izlerken ben ve kedim, yukarıdaki penceremizden bu küçük dünyayı keşfetmeye devam ediyoruz.
*
Des hommes, des corbeaux et des chatons
Dans cette ville où les mouettes marchent royalement à pied dans les rues et se mesurent du regard avec tout individu humain qui ose empiéter sur leur territoire, je ne suis qu’une brindille emportée par les vents furieux et les pluies démentes de cette cité hallucinante : Istanbul.
Depuis les porte fenêtres de l’appartement que je loue dans le quartier de Moda, non loin du Sahil, j’ai vue sur un petit parc à moitié à l’abandon qui ne paye pas de mine mais fait office de point de verdure au milieu des rues poussiéreuses et bruyantes de cette ville fatigante. Et c’est un vrai plaisir de poser ses yeux sur un figuier qui a réussi à coloniser un mur, de voir s’agiter des herbes folles où se tapissent les nombreux chats du quartier, et d’y voir trois arbres pelés qui tentent vaillamment de faire pousser leurs branches depuis leur dernière décapitation.
Comme tout le monde pendant ce confinement qui nous a toutes et tous rendu à moitié fous d’ennui, de dés-espoir et de frustrations diverses et variées, je n’ai rien trouvé de mieux que de m’assoir devant cette porte-fenêtre ouverte et de regarder passer le temps de la folie des êtres vivants en tout genre.
Et en effet, là, sous mes yeux fatigués et inquiets, se sont déroulées de nombreuses scènes de la vie quotidienne que je n’aurais jamais pu observer si je n’avais pas eu la fabuleuse opportunité de perdre mon temps à cette activité intense et physique: m’asseoir et regarder par la fenêtre.
Tout a commencé par une décapitation en bonne et due forme.
Les Trois arbres de ce petit parc montent dangereusement haut, et compte tenu du nombre d’habitations au mètre carré, je suppose qu’ils ont régulièrement droit à une coupe sèche de leur armature. J’ai déjà vu couper des arbres et c’est pour moi toujours impressionnant. Mon frère est bûcheron et je l’ai déjà vu élaguer des arbres, perché dans les hauteurs tel un artiste qui retouche son oeuvre à coup de tronçonneuse, dans le but de soulager, clarifier, désépaissir, harmoniser des arbres qui se permettent de vivre leur vie verticale et vertigineuse d’arbre.
Or un matin sous mes yeux éberlués et mes oreilles agressées, j’ai assisté à une décapitation d’arbres en bonne et due forme.
Armé d’une tronçonneuse qui me semblait miniature car de fort petite taille comparée à la carrure de celui qui la manipulait, un homme perché sur une passerelle et au même niveau que ma fenêtre du 3e étage, était proprement en train d’éradiquer toutes les branches qu’il jugeait inopportunes et dérangeantes de ces Trois arbres malheureux. Il ne resta donc que les troncs nus après le passage éclair de l’homme-éradicateur.
C’était net, sans appel et efficace. Militaire je dirai, et aussi peu fantaisiste que possible.
Amputés de leurs organes, je m’attardais songeuse sur ces moignons d’arbres qui exhibaient leurs troncs dénudés sous la lumière grise de ce jour de fin mars, quand je remarquais un nouveau détail qui me cassait les oreilles depuis un moment : les corbeaux.
Avant d’aborder ce douloureux sujet sur les « corbeaux » qui j’en suis certaine n’en sont pas mais appartiennent sûrement à une variété de volatile dont je suis parfaitement ignorante…je voudrais m’exprimer sur une tentative de meurtre qui a eu pour théâtre d’action ce même petit parc miteux et ses moignons d’arbres, à l’insu de leur plein gré n’en doutez pas.
C’était après l’opération « ratiboisage » total.
Toutes les branches dérangeantes étaient enfin réduites à du bois mort depuis la veille et de nombreuses mains d’oeuvre masculines se pressaient dans le parc pour dégager l’espace et rendre le lieu à ses herbes et chats sauvages. En télétravail comme la moitié de la planète j’entendis soudain un bruit inhabituel de pétarade, que j’assimilais premièrement à un puis deux pneus qui auraient explosés. Puis un silence inhabituel pour cette ville bruyante, même en plein confinement, suivit l’explosion. Et soudain des cris d’hommes, de femmes, des fenêtres qui s’ouvrent, un raffut de tous les diables…et je décide finalement de m’approcher de ma porte-fenêtre préférée, celle qui donne sur le parc.
Et là, un groupe d’hommes armés de bûches fraîchement tronçonnées, vaillamment retenu par d’autres hommes et une jeune femme voilée et moulée dans un jean skinny (cherchez l’erreur), essayant de calmer le premier groupe ; poursuivait un homme blessé, qui se tenait le bras, et titubait tout en cherchant à s'éloigner du parc et du groupe d’ hommes, et laissait librement couler son sang en guise de piste à suivre dans la petite rue qui longe le parc, avant d’aller s’écrouler quelques mètres plus loin.
Répugnant, choquant et surréaliste. Ce sont les premiers mots qui me sont venus à l’esprit, suivis de « suis-je retournée par inadvertance à Marseille » ?
A partir de ce moment là c’est bien simple, j’ai cru me trouver dans une série policière : différentes catégories de policiers ont débarqué toutes sirènes hurlantes, des cordons de sécurité ont été déroulés, une fouille prolongée du parc s’est organisée, probablement à la recherche de l’arme qui avait servi à tirer sur l’homme blessé, puisqu’il s’avéra qu’aucun pneu n’était en cause dans ce morbide fait divers.
Mon petit parc miteux était ainsi devenu la scène d’une tentative de meurtre qui s’est déroulée presque en direct sous mes yeux. Personnellement je ne recommande pas : si vous pouvez éviter d’assister à ce genre de scène c’est tout de même bien mieux pour votre tranquillité de corps et d’esprit. J’ai du mettre presque huit jours avant d’oser pointer un bout d’orteil dehors après cette scène glauque de roman policier. D’ailleurs c’est mieux dans les romans policiers que j’affectionne particulièrement : toute la violence, la tension dans l’air et chez les gens, l’agressivité et l’inquiétude…dans la réalité c’est juste perturbant et traumatisant. Alors qu’avec un bon polar entre les mains on reste confortablement installée sans être inquiétée ni dérangée par les cris, le bruit des sirènes et la vue de l’hémoglobine.
Expérience à éviter donc si vous souhaitez venir visiter Istanbul !
Mais revenons-en à nos oiseaux.
Lors de mon premier séjour de reconnaissance à Istanbul -il y a maintenant pile un an - quelque chose m’a particulièrement surprise : les mouettes, les corbeaux et le concours de bruits déplaisants qu’entretiennent entre elles ces deux espèces, sans compter le volume sonore ahurissant de leurs verbiages. On n’entend à peine les petits oiseaux qui osent essayer de caler un joli piou-piou entre deux cris désagréables et hurlants de ces caïds des cieux et des rues de la ville.
Je vous rassure, j’ai déjà vu et entendu des mouettes à Marseille et des corbeaux ailleurs en France. Mais je peux vous assurer qu’ici ils sont chez eux et vous le font particulièrement bien comprendre.
Pour commencer les mouettes marchent tranquillement à pied dans les rues.
Mais où on a vu jouer ça !?
Elles se pavanent tranquillement en jetant des regards torves à quiconque chat, chien, humain croise leur route et parviennent également à asperger vitres, balcons et terrasses de leurs fientes généreuses, y compris dans les angles les plus improbables.
Je vous épargne les pigeons ? Allez, juste un mot : ici il y a une variété très jolie, aux ailes légèrement colorées et rosées, qui roucoulent selon un rythme hilarant de « kou-rou-kou-kou » qui rend mon chat complètement fou. Parenthèse refermée.
Bien. Alors, les corbeaux. Avez-vous déjà vu un corbeau (gris et noir pour celles et ceux que ça intéresse) se battre avec un chat en pleine rue, sous prétexte que le chat avait repéré des croquettes à son attention, mais que le corbeau avait décidé de les réserver à son usage exclusif ? Ici, c’est chose courante, le corbeau est plus territorial que le chat et c’est à ce dernier de lutter pour avoir accès aux croquettes. On aura tout vu.
Là où l’attitude de cet oiseau a sérieusement commencé à m’indisposer, c’est lorsque je l’ai vu s’attaquer à un petit chaton tétanisé et éberlué, à coups de bec virulents, car ce dernier se trouvait devant une gamelle pleine de croquettes…encore une fois. Un autre jour, en regardant dans le parc, j’y ai vu un petit chat mort : après quelques coups de bec dédaigneux dans le corps sans vie, l’oiseau a préféré s’en prendre sans aucune raison apparente , à un autres chaton encore vivant mais apparemment très affaibli et sans défense, qui poussait des miaulements désespérés d’appel à l’aide, allongé dans les herbes. Je vous assure, ce parc devrait être baptisé «Ceci est le royaume des corbeaux, Rest in peace humains et chatons ».
Pour finir, le lendemain de l’attaque du corbeau envers les chatons, l’un mort l’autre à peine vivant, j’ai eu la belle et heureuse surprise de voir une dame venir prendre soin de ces petites bêtes et de leur mère famélique, en leur installant un abri et en remplissant des récipients d’eau et de croquettes. Ce qui n’a pas empêché par la suite ces oiseaux de malheur de venir piocher dans les victuailles et de continuer à terroriser la famille chat. Heureusement les papa-s chat se sont également rapprochés de cette nourriture providentielle et ont permis de tenir à distance ces grossiers volatiles aux cris aussi disgracieux que leur comportement.
Nous continuons d’observer tout ce petit monde mon chat et moi, du haut de notre fenêtre, et à ce jour maman-chat se porte bien ainsi que ces trois petites boules de poils qui ont survécu jusqu’à présent à la malveillance des corbeaux…
Comments