Beril ERBİL
"Ercan Kesal hikâyesi çok olan bir yazar,” demiştim onunla ilk söyleşimizi yaptığımızda. Üstelik o, o zaman da sadece bir yazar değil; doktor, sinemacı ve edebiyatçı idi. İnsanlık hallerimizi, duygularımızı çok yakından biliyor, yazdıklarına, hayat verdiklerine ince ince işliyordu. Şimdi Ercan Kesal’ın bu kimliklerine bir yenisi daha eklendi. O artık yönetmen kimliği ile de karşımızda…
Yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi “Nasipse Adayız” dünya prömiyerini Ocak 2020’de Rotterdam Film Festivali’nde yaptı, filmin Türkiye prömiyeri ise 24 Temmuz’da 39. İstanbul Film Festivali’nde yapıldı. Ayrıca film, İstanbul Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ödülü ve FIPRESCI Ödülü ile döndü.
Filme konu olan Ercan Kesal’ın Nasipse Adayız adlı novellası 2015’te İletişim Yayınları tarafından yayımlandığında, onunla bir söyleşi yapma imkânı bulmuştum. Ardından bu söyleşi; yine İletişim Yayınları tarafından 2017’de yayımlanan, Doğuş Sarpkaya’nın derlediği, Kesal’ın söyleşilerinin toplandığı “Aslında…” adlı kitapta da yayımlandı.
Bundan beş sene sonra hâlâ güncelliğini koruyan, edebiyattan politikaya, hayattan sinemaya ve doktorluğa uzanan söyleşimizi kitabın filmi vizyona girmeden bir kez daha buluşturuyoruz sizinle.
Nasipse Adayız’da bir belediye başkan aday adayı Dr. Kemal Güner’in adaylık sürecinde yaşadıklarını, partilerdeki durumu mizahi bir dilden okuyoruz. Kemal Güner hiç beklemediği bir zamanda kendini içinde bulduğu dünyanın çarklarına kendini kaptırıyor ve durmak istese de duramadan kaçınılmaz sona doğru ilerliyor. Bazen hayat yön veremediğimiz şekilde mi ilerliyor, yoksa içimizde hep o yönsüzlüğe gitmeye istekli başka biri mi var?
Bu kitapta insan denen canlının doğumundan ölümüne kadar, yaşadığı her an içinde duyumsadığı “varoluşsal sıkıntı” ve “ben kimim, niye bu dünyada varım?” sorularına aradığı cevabı bulabileceği yolculuklardan birini anlatmaya çalıştım.
Bu yolculuğun adı politika yolculuğudur... İnsan nefsinin en iyi sınandığı alanlardan biri olan politik mücadele ve nihayetindeki iktidar, erk, güç, kuvvet gibi kavramlar, tam da bu soruların cevaplarıyla yüzleşilebilecek yerler olarak görünmüştür bana.
Hikâyenin öznesi Dr. Kemal de, içinde yer aldığı sosyal ortamın tüm karmaşıklığıyla birlikte, “kafasında yıllardır taşıdığı büyük ideal ve amaçlar için aslında hiç de yeterli ve uygun birisi olmadığını anlamış, ama bunu itiraf ederek, çıktığı yoldan geri dönecek güce de sahip olmadığından kendisini bekleyen mutlak sona çaresizce razı olmuştur.’’ Niye böyle yapmak zorunda kalmıştır. Bence, ileri gitmek çoğu zaman, geriye dönmekten daha kolaydır da ondan!
Giren herkes bu oyuna dahil oluyorsa, sorumlu biraz da biziz demektir. Bir dönem siyaseti deneyimlemiş biri olarak Nasipse Adayız’da da önümüze serdiğiniz sorunların çözülmesi nasıl mümkün olabilir? Yoksa düzelmeyecek bir yalana mı inanıyoruz?
Kahramanımız Kemal Güner, çıktığı “adaylık yolculuğu”nun sonunda, “her insanın kendi içinde, hep bir şiddet, kıskançlık ve aklının önüne geçen, bitmek bilmez bir hırs taşıdığı” gerçeğiyle de yüzleşme fırsatı bulur. Yaşadığı kırılma ve hesaplaşma, belki bundan sonrası için ona, yeni ve daha dürüst bir hayat fırsatı sunacaktır. Böyle bakarsanız onun için ‘hayırlı olmuş’ bile diyebilirsiniz. Ama, ‘siyaset pratiği hep böyle mi devam edecek?’ derseniz, galiba evet, böyle devam edecek. İnsanoğlu ne yazık ki, bu oyunun yerine daha gerçeğini ve insana yakışanı koyamadı. Hükümetlerin halkı değil, halkın hükümetleri yönettiği güne kadar böyle!
80 sonrası politikadan uzaklaşan kuşakların yetiştiğini düşünüyorduk, Gezi olayları bize gençlerin de söyleyecek sözleri olduğunu, aslında konuya düşündüğümüz kadar uzak olmadıklarını gösterdi. Önümüzdeki dönemi ve gençlerin bu süreçteki rolünü nasıl görüyorsunuz?
Gençlik gelecektir! Hesapsızdır, cesurdur, çoğu zaman üretim ilişkilerinin dışında durduğu için de saftır, kirlenmemiştir. 80 faşist darbesinin çok bilinçli biçimde hayata geçirdiği entelektüel yozlaşma ve yok etme hareketine rağmen, toplum kendi bağrından yeni ve şaşırtıcı filizler büyütmüştür. Gezi sadece muktedirleri değil, hemen herkesi şaşırtmıştır. Cesaretin, akıl, vicdan ve sınıfsal bir bakışla tamamlanarak, sürdürülebilir, güçlü bir muhalefete dönüşmesini ümit ederim.
“Kişinin kendini tanıyamadığı nokta kör noktaymış… Ama kişinin öznesinin yazılı olduğu yer, tam da bu kör noktaymış.” aforizması ile Nietzsche’ye bir gönderme var kitabınızda. Utanma duygumuzu kaybetmeden o kör noktaya ulaşmak mümkün müdür?
Kim söylediyse iyi söylemiş: “İnsanlığı utanç kurtaracaktır!” Katılıyorum doğrusu. Hâlâ utanabilmek iyi bir şey. Bu yüzden sosyologlar, insanı ‘’yüzü kızaran tek canlı türü’’ olarak tarif etmişlerdir. Kişinin kendini tanımaya başlayıp, yüzleşebilmesi için belki böylesi bir ‘utanç süreci’ şarttır. Öznemizin yazılı olduğu yeri okumak istiyoruz madem, bu yolculuktan çekinmemek ve kaçmamak lazım.
Peri Gazozu’nda boğazımıza düğümlenen hikâyeler anlatıyordunuz. Hatta anlatmıyor, izletiyor; yanımızda oturup paylaşıyormuşçasına samimi bir dil kullanıyordunuz. Bu kez karşımıza mizahi bir dille çıkmanıza rağmen onun içinde de masumiyete bir özlemle hüznü yakalıyorsunuz… Ve tabii, yine bir film izler gibi okuyoruz sizi. Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizin birbirine katkısı nedir?
Sinemanın atına bindim, lakin atımı koşturan edebiyatın kırbacıdır. İkisi de birbirini hem besliyor hem de tamamlıyor. Sinema ve edebiyat, dertleri insan olan, insanı anlatan iki yaratıcı sanat dalı. Birinin silahı sözcükler, diğerinin görüntüler.
Çehov, edebiyat ve hekimlik arasında bir tercih yapıp yapamayacağı ya da neyi tercih edeceği sorulduğunda, edebiyatı karısına, hekimliği de sevgilisine benzetmişti. Benim sinema ve edebiyatla da benzer bir ilişkim var sanki. İkisini de aynı tutkuyla yaşıyorum. Yazarken, kalemimi bir kamera gibi kullanarak, anlatmak yerine göstermeyi tercih ediyorum. Sinemasal bir anlatımla yazmaya gayret ediyorum. Sinemada oyunculuk ve senaristlik dışında henüz film çekmediğim için, ‘çekmek istediklerimi, yazarak gösteriyorum’ diyebilirim.
Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizi birbirine bağlasam da doktor kimliğinizi bu tablonun dışında tutuyordum. Ta ki bir söyleşinizde şu söyleminize rastlayana kadar: “Soranlara, “Sait Faik okumuş, Turgut Uyar’dan haberdar doktora gidin” diyorum. Çünkü Çehov okuyan doktorla, okumayan doktorun seninle kurduğu ilişki başkadır. Çehov okuyan doktor, hastaya başka türlü sorular sorar.”
Hekimlik de bir sanattır. İnsanı anlama, dinleme ve ona dokunma sanatı. Modern tıp ve kapitalizm, her ne kadar sağlık sistemini pazar, ilaçları tüketim malzemesi, hekimi de satış elemanı yapmaya çalışsa da, pirimiz İbni Sina’dan öğrendiklerimiz yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Hekimliğin aynı zamanda şairlik, feylesofluk ve edebiyatçılık olduğunu biliyoruz. Hastalık yoktur, hasta vardır. Hasta insandır. Her insan kendine özgü ve biriciktir. Her hastanın tedavisi de kendine özgüdür.
Hastayı, bir bulgular dosyası haline getiren sistemin karşısına, hastaya dokunan, onu dinleyen, onunla diğerkam olan gerçek hekimlerdir, yaramızın merhemi. Hekimliğin bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyacı vardır...
Peki önümüzdeki dönemde hangi hikâyeleri anlatacaksınız bize?
Bizim hikâyelerimizi... Galeano’nun dediği gibi, sokaktan aldıklarımı, onlardan bana gelenleri, kalbimdeki cesaret ve kehanetle bezeyip, yine onlara geri göndereceğim, buluşabilmek ve birlikte kurtulmak ümidiyle.
Comments